19 Kasım 2011 Cumartesi

Blasted yorumu üzerine...

Blasted Sarah Kane'in ilk oyunu.. Bosna Savaşının patladığı sırada, bir kadın ve erkek üzerine yazmaya başladığı bir hikaye vardır Kane'in. Bir gün televizyonda haberleri izlerken donar kalır, dünyada olup bitenler, yaşamla ölüm arasındaki insanlar, onları bu çizgide oynatan başka 'insanlar'... 'Dünya içinde böyle şeylerin olduğu bir yer ve ben oturmuş bir kadın ve erkek arasında geçen bi hikaye anlatmaya çalışıyorum!' diye kızar kendine ve Blasted ortaya çıkar. Belki de bütün yazım hayatını etkileyen bir başlangıçtır Blasted.
Akgün Akova'nın 'Yıkık Bir Çocuk Bahçesi Gibiydi Yüzü' adlı en çok sevdiğim kitabında karşılaştığım şiirdekine benzer Sarah Kane'in oyunlarındaki ruh. Bütün o acımasız karanlık tüm çıplaklığıyla, tüm ilkelliğiyle gözler önündedir ama yine de bişeyler bekletir size, başka şeyler, o oyunda görmediğiniz daha açık renkli şeylerin olabileceğine dair şeyler, hiç bi oyun koyu, siyah bir noktayla bitmez, ama hiç bi gerçeklik duygusundan da taviz verilmez.

''1.
çocuk bayramında
bomba yerine
oyuncak
atmak
dedi
halkla ilişkiler uzmanları,
kuşkusuz
etkili olur.
gerçekten
büyük etki yaptı
tüm dünyada.

2.
uçaklar
onbeş gün önce
atsaydı oyuncakları
bombaları da bugün
iki küçük çocuğumun
iyilikseverliğiniz sayesinde
oynayacak bir şeyleri olurdu
son iki haftaları boyunca.

erich fried''

Bu şiirdeki gibi boğazı düğümler bırakır, onca küfür, onca vahşet tasviri. Blasted bu kıyıcılıktaki yaşamı gösterir, tragedyalardaki gibi bir kurgu yaparak. İnsanın kendi ihtiyaçlarının kölesi oluşunun ve her türlü 'ahlak' algısını yok ederek acizce yaşamaya tutunan insanlığı anlattığı son sahnesi şöyledir: Bir asker tarafından tecavüze uğradıktan sonra gözleri emilip oyularak çıkartılmış oyun kişisi Ian düştüğü durum yüzünden kendini öldürmeye karar verir ama buna cesaret edemez ve açlıktan sarsılırken yaşamak için az önce ölmüş ve toprağa gömülmüş kanlar içindeki bir bebeği yer. Bebek, Ian'ın gecesinde tecavüz ettiği eski sevgilisi Kate'e savaşta ölen bir kadın tarafından teslim edilmiştir ama yaşatılamamıştır... Ve oyun, artık gözleri olmayan Ian ve Kate'in birlikte yaşamaya devam edişi halinde sona erer.

Dün bu zor metnin sahnelendiğini duyup heyecanla izlemeye gittim... Cesaret işiydi çünkü böyle bi oyunu sahneye taşımak. Ama hiç hiç hiç beklemediğim kadar şaşkın çıktım oyundan... Vahşet, fiziksel ve dilsel şiddet üzerine yazılmış metinden keyfi olarak 'bazı müstehcen' replikleri çıkarmak, tecavüz, cinayet ve vahşetin aczini anlatan bi oyunda bunları göstermemeyi bırak sezdirmemek, karakter analizi yapmadan oyunculara replik söyleterek Sarah Kane'i aktarmaya çalışmak -en naif kelimeyi bulmaya çalışıyorum- haksızlıktır(ayıptır, günahtır)... Kane'in edebiyatına, bu edebiyatın takipçilerine, onu hiç tanımayan seyircilere... Ve Ian'ın açlıktan bebeği yediği anı, sahnede sipariş edilip yenmemiş 3 tane sandviç varken oynamak akıl almaz bişeydir artık(oyuncak bebekten ve 'yeme taklidi'nden bahsetmiyorum bile). Doğrudan seyirciyi salak yerine koymaktır! Nasıl bir reji, nasıl bir mantıksal tutarsızlıktır anlaması çok güç... Blasted'ı sahneleyen gruba neden bu oyunu seçtiklerini sormak istiyorum. Ne kadar süre çalıştıklarını, 'yeni metinlerle yeni oyunlar oynamak' böyle bir şey değil çünkü. Hele oyunun yarı akıllı denebilecek saf kızını 'atarlı' ve 'cool' yaparak bütün o 'umut' duygusunu yok etmek... Haksızlık diyebiliyorum sadece ve Akgün Akova'nın çok sevdiğim başka bir şiirinin son dizeleriyle bitirmek istiyorum...

'baba bana bağırma
bacağından vurulursa bir şiir 
nereye kadar gidebilir 
bana bağırma baba 
kendine bağır 
yoksa her şey bitebilir'

17 Kasım 2011 Perşembe

Kritik bir kritik

Uzaktan bakıldığında koskoca bir kavram, telaffuz edince ağzını dolduran, yanına yaklaştıkça büyüyen, 'o kadar karmaşık ki şimdi burda ayaküstü konuşmak doğru olmaz' denilen cinsten konular, kavramlar var. Büyük ve karmaşık insanlar yok. Ama soyut ve büyük şeyler var. Büyük anlamlar. Büyük fikirler. Bu büyük şeyleri anladığını dahası yarattığını sanan insanlar var. Her bir yaratıda ortaya çıkan insan aczi.


Ben tiyatroya inanıyorum. Ama tiyatro hakimlerine inanmıyorum. 'bu budur'culara 'bu iş böyle olmaz, ben biliyorum doğrusunu' culara, kendiyle yüzleşmeden başkalarıyla çarpışanlara, sırf eleştriyle başa çıkamadığından kendini ve yaptığı şeyi inkar edenlere, çıkış noktasını, yolda bambaşka bi şeye dönüşmek üzere unutanlara, bilmem kaç zaman önce öğrendiği şeylerin hayatı yakalamaya yeteceğini düşünüp yeni şeyler öğrenmeyi reddedenlere, hiçbişey bilmeden yola atılanlara değil de herşeyi bildiğini zannedip yola çıkmaya gerek duymayanlara, kısacası İsmail abi; 'söylediği şeyle ağzından çıkanı kulağının duyduğunun tutmadığı' insanlara inanmıyorum. İnsanın en büyük zaafı kendi aczini farkedememe hastalığı. Bu insan, hayatındaki her alanı birbirinden kesin çizgilerle ayırmaya başlıyorsa, samimiyetini de ordan oraya böyle böyle yitirir en sonunda. Para kazandığın işle sevdiğin işi ayrırsın önce, zorunludur çünkü bu hem manen hem de madden yaşamaya devam edebilmen için. Ama sanıldığı gibi tek cümlede bitmez bu iş, çünkü çevrendeki insanları da ayırırsın, yaptığın işleri de, 'sevmedim ama yaptım', 'inanmadım ama yaptım'ların çoğalır. sadece fiziksel varlığını devam ettirebilmek üzere başladığın bu ayırma, manevi dünyanı ele geçirmeye başlar derhal. 'Şuna ulaşmak için şunu yapmam gerekiyodu'ların başlar. Giderek kendinle olan bağını koparmaya başladığından, en inanarak yaptığın iş en çok korktuğun iş olur, üzerine söylenecek herhangi bir olumsuzluğu kaldıramayacak olduğundan-çünkü etrafta inanmadan yaptığın o kadar çok şey var ki inanarak yaptığın üzerine söylenecek bir tek sözle kendine güveninle olan imtihandan 0 alacaksındır- kalkanlarını kaldırırsın, 'onu şu yüzden yaptım, bunu yaparken şu olmuştu' diye. Mazeretler üzerine kurmaya başlarsın hayatını ve aslında kusurlu bir yaratık olarak dünyaya atıldığını unutmaktır bu. Kusuruna mazeret bulmak yaratılışını inkar etmektir çünkü. Ve bence dünyadaki en büyük kandırmacaya sebebiyet verir. HERKES bu kandırmacaya kapılır ÇOĞU egosuyla imtihanından sınıfta kalır.


Unutulmaması gereken kavramların büyük insanların küçük olduğudur. 'Yaladım yuttum, piheeey' diye koltuğunun altında gezdirdiğin şey aslında 2ters 1düz yapıp kapatılıp senin koltuğunun altına yerleştirilmiş bir tavla kutusudur. Ve onu koltuğunun altından çıkarıp önüne açman gerekir önce, 'öğrenebilmek' için.


23 Ağustos 2011 Salı

Ağustos bitmeden; Christo ve Jeanne Claude, Land art

Ağustos bitmeden yazmak lazım dedim hemen. Çok hızlı geçti bu kez ağustos. Yaz rehaveti geldi geçti derken yazıyla aram açılmadan en sıcak gündemimle giriş yapayım hemen... Land art!

Land art algısı ve sevgisi, Christo ve Jeanne Claude'la başladı bende de. Her şeyi ulaşılabilir yapan teknoloji sayesinde görülmeyenleri görmenin sınırları genişledikçe, gösterilecek olanın da sınırlarını genişletmek onu müzelerden sanat merkezlerinden çıkartmak ve yaymak, parçası olduğumuz doğaya 'paying tribute' hisleriyle yaklaştım. Ne anlatırsa anlatsın, onu tanımlı bir alana sığdırmak zorunda kalmak, doğa sevgisini konu alan bir sanat eseriyle nükleer felaketi ya da savaşı konu alan bir eseri izleyiciyle buluşturma biçimi noktasında kısıtlı kalmak sorununa karşı başka bir biçimsel yaklaşım önerisi ortaya koydu land art. Christo ve Jeanne Claude, 'the Umbrellas', 'Valley Curtain', 'Wrapped Coast', gibi projeleriyle işleri 'gezilip görülecek bir sanat nesnesi' konumundan çıkarıp daha üstün bir konumlandırmaya soktular. Bütün işlerinde fotoğrafçı Wolfgang Volz ile çalışıp en az 5 önemli işleri Albert ve David Maysles'a belgesel konusu olmasına rağmen, 'sanatı herkesin satın alabileceği' meselesinin iyiden iyiye kabul gördüğü zamanda, sanata tamamiyle hakim olma anlayışını da kırışı, onu bambaşka bir boyuta çekti. Bu konum, ne klasik dönemdeki 'yüksek sınıfa hitab eden yüksek sanat anlayışı' boyutunda bir yüceltme, ne de pop art'la birlikte daha da geçerli hale gelen, sanat her yerde herkesin alıp satabileceği bir objedir anlayışının kalıbına girdi. Christo ve Jeanne Claude her ne kadar işlerinde estetik dışında bir başka anlam aranmaması gerektiğini söyleseler de, yaptıkları işler, kendi anlamlarını kendileri yarattılar.


Wrapped Coast
The Umbrellas

Valley Curtain

Bunların ardından Meclis Başkanı Rita Süssmuth'un desteğini aldıktan sonra, parlemantodaki 662 kişiye gerek mektup yazarak, gerek sayısız telefon görüşmesi yaparak gerek ofislerine gidip gelerek onları da ikna etmeyi başardılar ve Berlin'deki meclisi 7 gün içerisinde baştan aşağı sardılar.(bknz Wrapped Reichstag)
Şehri sarıp sarmalamaya Basel'in Kuzeydoğusundaki bir parktaki 178 ağaçla devam ettiler.

Çölün uzaydan görünebilen bir köşesine kendi adını yazdıran megaloman zengin bir arabı da land artist kategorisine sokup sokamayacağımız sorusunun net bir cevabı olmasa da ve Christo ve Jeanne Claude estetikten başka bir amaçla işe başlamadıklarını kendilerini yere göğe koyamayan eleştirmenlere ısrarla söyleseler de land art'ı yaygınlaştırıp politikayla güzelleştiremediğimiz yurdumuzdaki çirkinlikleri paketleyerek görmemek gibi bir alt fikirle kapatmayı öneriyor içimdeki Metin Uca. For Art's sake!


Biraz daha minimal ama yine de land art kategorisine giren iki fotoğraf:


6 Temmuz 2011 Çarşamba

'Fotoğraf' Üzerine Antiakademik bir Yazı.


Eskiden 'ateşle yaklaşmayın' diye bi ibare vardı. Ne zaman karşılaşşam elinde koca meşaleyle yazıya doğru yürüyen insan görüntüsü canlanırdı gözümde. Şimdi biri bana piktogramını yap dese o görüntüyü çizebilirim. Şimdiyse aynısının 'cep telefonuyla yaklaşmayın' versiyonunu yapıp her yere asmak, dikmek, yapıştırmak istiyorum! Zira artık kamera özelliği bulunan cep telefonlarının bütün tanımları alt üst eden bir 'representation'a tekabül ettiğine iyice ikna oldum!


Fotoğraf, görsel kültürün çok önemli bir parçası olarak uzun süredir hayatımızda. Ve günlük yaşamda basitçe 'mutlu' anlarımızı sonra yeniden hatırlamak üzere ölümsüzleştirmek ve bu yolla başkalarıyla paylaşmak üzerine kurulu. (Yıl 2007 Bilge Yeşil'in VA 215 sınıfında neden aile albümlerinde kavga anlarının aile bireylerinin birbirlerine rest çekip kapı çarptıkları, hüngür sümük ağladıkları anların yer almadığını tartışıyoruz, elinde 28lik pozu olan makineyle çıldırmış kadın, adam ve ergen çocukları çeken bir cüce hayal ediyorum, ileride böyle bir konsept oluşturmayı kararlaştırıyorum) Bugün özellikle cep telefonları vesilesiyle herkesin günlük yaşamının kocaman bir parçası olduğu gerçeğiyle bambaşka bir hal almış durumda fotoğraf. Çünkü sadece ana tanıklık etmiyor artık, o anın yaşanmasını-paylaşılmasını engelleyip onu 'sonradan bakılacak' bir görüntüye indirgiyor.


Geçen cumartesi İstiklal'de gezdiğim iki seriden biri olan ARTER'deki Patricia Piccinini sergisinde fotoğraf çekme'nin geldiği son duruma çok ama çok yakından tanık oldum. Sergi salonuna adım attığı anda cep telefonuna sarılıp bütün sergiyi elinden telefonu indirmeden fotoğraf çeken insanların yarattığı izdihamdan sıyrılıp sergideki işleri gezmeye çabaladım fakat, 95 kişinin 93ü bütün işlere 'cep telefonuyla yaklaştığı' için ben de bir yandan bu muhteşem kadrajları bozmamaya çalışıp bir yandan görevlinin işlere sarılıp fotoğraf çektirmeye çalışan insanları uyarışıyla empati kurup görevlilerin asabilikleri üzerine düşünürken, bir süre hareketsiz kaldığı için sergi işi sanılan sevgilimi sergi işi sanan insanların ruh hallerine gülerken, yanında yarım dakikadan fazla duramadığım işlerin konsepti üzerine düşünmeye çalışırken, acaba bir anda 'bütün bu işlerin fotoğrafları internette vaaar' diye bağırsam işe yarar mı derken kendimi dışarı attım. Allahım bu içerideki kalabalık -evet 95'in 93- napıyor?? Bu çılgınlık ne, niye? Elbette aynı anda yolda yürürken İstiklalin Kızılderililerinin, İKSV Caz festivali standının, sürekli gülümseyerek keman çalan teyzenin önündeki kalabalıkların da tek el havada görüntüleri ilk defa karşılaştığım şeyler değildi fakat ilk kez bu kadar fotoğraf çekme eyleminin inanılmaz bir tüketime dönüşüşüne ve bir insanın anı yaşama hak ve özgürlüğünü elinden alabileceğine yakından tanık oldum.


Yani şimdi her şeyi bırakıp insanlar sergiye gidiyo hiç olmazsa diye manasızca sevinmeli miyiz?


ARTER'den çıkışta geçen yıl tesadüfen 1.sine gittiğimiz Borusan Müzik evi'ndeki Madde ve Işık 2 'ye gittik. ARTER'in aksine burası bomboştu. Bütün sergiyi görevlilerle sohbet ederek yalnız gezdik.-ne huzur! Halk Piccinini'yi sevmiş yapacak bir şey yok. Gerçi geçen sene Madde ve Işık'ta da üç boyutlu gözlüklerin arkasından fotoğraf çekmeye çalışanlar vardı. Bu sene çekmeye değer bulunmamış belli ki. Göstermeci not: gezmeye değil, çekmeye!


Şimdi Barthes'ı, representation kavramını, yeniden düşünmek lazım. O fotoğraflar niye çekiliyor? 'Abi baksana kadın ne kadar gerçekçi yapmış çocukları ya, canlı gibi, valla dokunsam canlanıcak sandım baksana şuna, burda o kadar belli olmuyo ama bi canlı canlı görsen….' Daha işin kendisi görüp incelemeden fotoğrafını çekip öbürüne geçen insanların o fotoğrafları o an o işten alacağı zevk, ya da bir nebze üzerine düşüneceği bir ayrıntı bulma üzerine harcayıp sonra belki eve gidince uzun uzun inceleyecekleri ya da aynı el çabukluğuyla başkalarına sunmak üzere facebook'taki vitrinlerine koyacakları bir fetiş nesnesi haline getirme durumlarını çok önemli buluyorum. Anı ve duyguyu erteleme, eskiden documentary dediğimiz fotoğraf çeşidinin iphone'larla birlikte geldiği durum, görüntü dünyası görüntü kirliliği dünyası…. Bir konsere gittiğimde önümde cep telefonu olan tek elini havaya dikmiş insanlar kalabalığından dolayı sahneyi göremiyor olmak, en sevdiğin şarkı çalarken sevgiline ya da arkadaşına sarılıp gözlerini kapatıp şarkıya eşlik etmek yerine şarkının yarısını 'dur dur dur dur seninki daha iyi mi çekiyordu, al bi de bunu dene zoom yap zoom yap' diyerek geçirmek' normalde fotoğraf çeken insana saygı duyup kadraja girmemek için yönünü değiştirirken artık her yer mutlaka birinin kadrajında olduğu için kaçmaya ya da yön değiştirmeye gerek duymamak…bütün bunlar farkında olmadan maruz kaldığımız, yaptığımız, kendimizi içinde bulduğumuz çok yeni durumlar değil mi? Peki bu akademik olmayan yazıda ne öneriyorum? 'Fotoğraf çekmek yasak' mı ?'Ateşle yaklaşmayın' mı ? Ya da benim gibi 'sadece fotoğraf makineniz varken çekin' mi? O kavga anlarını çeken cüce hayalimin üstüne giderek hırsımı alabilir miyim?


Postmodernizm kendini üretiyor biz hiç farkında olmadan, ben şimdi gittiğim bir sergi üzerine sergi konsepti ve işleriyle tamamen alakasız , sergide geçirdiğim vakit ve yaşadıklarım üzerine yazarken. Ve bu yazdığım konu geri dönüp 'Beni Bağrına Bas' başlıklı serginin mutantlaşmış varlıklarıyla 'insanın' içiçeliğini öngören bir yansımasıyla kurabileceği bağı sezdirerek!. Ne garip!

20 Haziran 2011 Pazartesi

Dijital Sahneler!

Dünyadaki, performans alanında dijital etkileşimi kullanarak yapılmış farklı işleri bu blogda toplayarak kendi çalışma arşivimi oluşturmaya başlamanın vakti geldi.

Öncelikle yeni keşfettiğim -keza yeni başlayan- Digital Stage Festival'in sitesi. Bakmadan işe koyulmamak lazım!:)

Sonralıkla:

Ve benim bu dünyaya aktif olarak katılmamı sağlayan program Isadora'nın yaratıcısı Mark Coniglio'nun sitesi:

Sergi tadında yapılan işlerden; sahnede en iyi sonuç vereceğini düşündüğüm ve zihin açıcı iş Compliant. Impression da iyi ama daha iyi iyileri de yapıldı aynı sistemin, renkli olarak hem de.

Arkası yarın...

Sezon sonu...

''4.48 Psikoz- Etkileşimli Sahne Tasarımlı Tiyatro Oyunu Projesi'' ile Mayıs ayında açtığımız ilk sezonumuzu Haziran ayında bugün itibariyle kapattık. Uzun bir çalışma dönemi ardından -fikir aşamasıyla birlikte 10ay- 1 ay içerisinde 5 oyunluk ilk sezon deneyimimizi gerçekleştirmenin heyecanını ancak bu süreç bittikten sonra farketmeye başladık. Bundan sonrası için hedeflediğimiz, yeni medya teknolojileriyle, farklı ve özgün sahneleme biçimleriyle sanat projelerine yeni anlamlar, yeni bakış açıları ve yeni biçimler katma niyetimizin önemli ve güçlü bir örneği oldu 4.48 Psikoz. Alışılagelmişin dışına çıkmaya çalışmak öncelikle kendimizle yaptığımız bir yarış. Kendi sabiterimizi, bazı sorgusuz sualsiz alışkanlıklarımızı ve tabularımızı yıkmak, elimizdekileri birbirimizle değiş tokuş etmek, karıştırmak yeni dengeler, yeni sesler, yeni renkler çıkarmak niyetimiz... Geçtiğimiz 1 yıllık süreçte hayalimizi gerçekleştirmemizde her bakımdan bize emeği geçen herkese teşekkür etmekle birlikte bundan sonra yanımızda olmak isteyen herkese de kucak açmak istiyoruz. Bizimle aynı heyecanı duyan, amatör ruhunu ve heyecanını kaybetmeden profesyonel işler çıkaracak, farklı disiplinlerden gelip aynı ekip ruhuna dahil olacak gittikçe büyüyecek bir 'Performans ve Oyun Topluluğu' ile sistemde POT'luk yaratmak hedefimiz... Yazımı 'yolu sevgiden geçen herkesle bir gün bir yerlerde ...' diye bitirmeye kalkmadan önce(:)) bitirmek niyetindeyim:) Bu sene 1 aylık bir süre içinde ucundan göz kırptığımız, sahne sanatları sezonunu dolu dolu yaşayacağımız bir seneyeyi şimdiden iple çekiyorum/çekiyoruz...

8 Haziran 2011 Çarşamba

'Kebap'a ve fiziksel tiyatroya övgü.

Yazının başlığını 'Bu kebap iyi pişmiş ' koymamak için direndiğimi(:)) söyleyerek başlamak istiyorum. Zira bu tarzla başlık atılan ciddi eleştri yazıları okudukça bulaşıcı bi şey haline geliyor bu sevimli benzetmeli espriler- yıllar önceki alışkanlığımı canlandırmanın vakti geldi diyerek yeniden yazmaya başladığım şu günlerde bu rüzgara kapılıp savrulmak istemiyorum hayır hayır hayır daha yolun başındayım!- buarada yeterince araştırma yapmadım, umarım kimse bu benzetmeyi kullanmamıştır bu oyun hakkında, hayır kullandıysa valla sözüm ona değil, yani ben genelleme üstüne genelleme yapıyorum -gerçi herkes de beni okuyor da sanki-sahi buara maşallah bir bilinçakışı var ki sorma gitsin, en Aylak Adam'a atıfta bulunanından çağdaş oyuna girişsem girişirim beni kimse tutamaz. Evet.

Kebap'ı izledim ve bodoslama söylemek istiyorum ki erkekler dünyası fikrine bayıldım, hemen de Oda Tiyatro'suyla çıkardığım son oyunu hatırladım. Evet İstiyorum'da aynısının kadın-erkek karışık versiyonunu yapmıştım evliliğin içinde kendini baskı altında hisseden ve anne-baba-çevre takıntıları yüzünden bi türlü kendileri olamayan kadın ve erkeği vurgulamak için sahnenin arkasında hiçbişey söylemese de oturan ve izleyen kadınlar ve erkekler vardı. (Ben de hep kendi yaptığım şeylere referanslar olunca seviyorum ha:)) Bizim oyunda soranlar olmuştu gerçi onlar niye orda oturuyor diye, bence Kebap'ta soran pek olmamıştır zira fazlasıyla açık ve anlaşılırdı. Başlangıçta sahnede tek başına kıyafetini değiştiren kadın sonlara doğru erkekler dünyası tarafından giydiriliyor, zaten sürekli onlar tarafından izleniyor ve onların bakışları arasında yaşıyor, yönetmen bir üst katmanı eklemeyi de ihmal etmemiş ki bence bu daha da önemli, başroldeki erkek oyuncunun komutlarıyla harekete geçiyor erkekler dünyası. Yalnızca artık herşeyin çığrından çıktığı ve kadının öldüğü sahnede komutuna uymuyorlar-ki bu da yapılan kötülüklerin sebebi olduğu halde sorumluluğunu almayan erkekler dünyası metaforu adına çok başarılı bence.


Oyunun maç fanatizmiyle bitişi ve finalde oyuncuların selam vermeye çıkmayışı da yenilikçi ve oyunun içeriğiyle çok bağlantılı bir tavır. 'Bu bir oyun değil' çünkü gerçekten ve bu dünyada gördüklerimizde 'alkışlanacak bir şey yok' ve bu salondan çıktığınızda 'bir oyun izleyip alkışlayıp çıkıp gitme'nin tatminini yaşamayacaksınız. Yönetmenin seçtiği bu tavırda in-yer-face oyuncusu olmakla da ilgili bir anlam da çıkıyor bence üzerinde düşünülmesi gereken. Oyunculuğu kişisel tatmin dışında göremeyen, politik sorumluluğu üzerine kafa yormayan, alkış odaklı yaşayan oyuncular var çünkü bu hayatta. Ve evet, oyuncu alkışlanmasın demiyorum fakat yaşadığımız dünyayı yaşanılabilir hale getirme çabasında olan sanatın herhangi bir dalını icra eden insanların zaten insan olarak yapmaları gereken şeyi mesleklerini kullanarak yaptıkları için göstermeci çığlıklar beklemelerine gerek olmadığının güzel bir örneği bu tavır diyorum. Yoksa güzel şeyler yapan insanlar takdir edilsin, hatta önce takdir mekanizması gelişsin ki, eleştri mekanizması da gelişebilsin.


Velhasıl, Kebap'ta dikkat çekmek istediğim bir başka konu da 'fiziksel oyunculuk' meselesi. Oyunu izledikten sonra biraz daha araştırdım fiziksel oyunculuğu ve kesinlikle daha çok oyun yapılmalı bu konuda dedim. Şimdiye kadar Grotowski temrinlerini çalışma sisteminin odağına oturtan bendeniz, şu son 1 yılda bunu yap(A)mamış olmanın verdiği rahatsızlığı derinden hissettim. Çünkü evet, oyuncuların fiziksel devinimle metne yaptıkları katkı oyunu bambaşka bir yere götürüyor, hem içerik olarak hem de estetik olarak izlediğim en iyi 'in-yer-face'ler arasına kesinlikle girer bu oyun bu yönüyle. Yönetmen açısından da oyuncu açısından da yaratıcılığı harekete geçiren çok önemli bir etmen.




7 Haziran 2011 Salı

Yüzyılın Aşkı Bilinçakışı...


Adını duyup tanıtım videosunu izlediğim andan itibaren çok seveceğim hissine kapıldığım, bu his yüzünden oyunun her gösterimini sapık gibi takip ettiğim ama bi şekilde 'izlersem biter' duygusuyla hakkındaki haberleri, eleştrileri okuyup 'hayalimdeki'ni canlı tutuğum ve gerçeğine gitmeyi ertelediğim Yüzyılın Aşkı'nın bu sezon için sondan bir önceki gösterimine nihayet gittim. Yeni bi oyun izleme heyecanımın bu kadar yüksek oluşu durumu onca aylık 'kapanma' sürecinden sonra çok iyi geldi... O kadar ki oyunun her anını aklımda tutmaya çalıştım, bitmesin, acaba bi daha izlemek istersem, DVDsini çıkarırlar mı, sahi öle bi furya vardı ama BKM'den başka yapan da bilmiyorum, aynı hissi vermez diye yapmazlar heralde derken bunları düşüneceğime oyunu izleyip -aha işte, adamın cümlesinin başını kaçırdım- ama önemli olan cümleler değil de mizansen, bu anı unutmasam yeter, adam önde kadın arkada sırtını duvara yaslamış, yönetmen bu sahneyi çıkarırken salonun en arkasında oturan seyircinin görüş açısını baz almış olmalı sahi ne zamandır bu kadar özenli ve naif bir sahnelemeyle karşılaşmamıştım, oyuncuların mekanı ve mizansenlerini değiştirme anlarında bile estetik duygusu korunmuş, izletiyor da izletiyor, tanıtım videosundan hissettiğim ve heyecanımı diri tutan da buydu, evet şimdi çözdüm, -hoop kadın adamı aldatmış ama adam da susmuş. bence 'susarak iyi bi şey yapmışlık ve haksızlığa uğramışlık durumu'nu korumak için susmuş da susmuş. kadının da içi çürümüş susuşlardan, belki de sırf adam artık konuşmaya başlasın diye aldatmış, yıl kaçmış?-gizem-beynini sustur ve izle-sustur!(tarihlerin ileri geri hareketinin sıralamasını en son mu yapmıştır acaba? hikayeler ve duygu durumlarının dengesini kurarak oyunun temposunu tutturmak için muhtemelen evet. Bunu şimdi düşünmemeliyim, sıralamayı hatırlayıp neyin arkasından ne gelmiş, sonra bakabilirim, aa hatta kağıtta yazıyor bile! Sussss..... 81 öyle bir başladı ki benim bilinçakışım dahil her şey sustu. Diğer bölümlerin genelindeki -ve sanırım hayatın- konuşan kadın susan erkek dengesinin hem metinsel hem rejisel mükemmel dengesi. Konuşmayan ama korktukça, panikledikçe elini masaya vurmak suretiyle ses çıkaran erkek. O erkeği o hale getiren başka erkekler, O başka erkeklerin susma ve ses çıkarma öğretileri, bu öğretilerin arasında susmayan ama erkeğin masaya vuruşu irkiltisinde ses de çıkaramayan kadınlar. Kadının konumu, söyledikleri, duygusu o kadar iyiydi ki bu sahnede! Ne boyun eğen ne de 'ne halin varsa gör' diyen sadece kafasını pencereden dışarı uzatmak isteyen... -ağlama ağlama, ağla ama hıçkırma bari oyundan gözlerim şiş çıkmak istemiyorum(ama DVD şart be!)- Tamamlanamayacak olma ve çaresizlik gözle görünür elle tutulur bir şey artık, hikaye o kadar güzel yaşanıyor ki-şu an bunu oynuyor olmak ne büyük bir lütuf, oyuncular farkında mıdır ki şu anda bunun? 1buçuk saat denmişti daha var demek ki -Hoop sahne kararmasın kararmasın!...-

Ve sahnedeki kadını da erkeği de susturup ŞİMDİ'yi sese söyletmekle biten oyun. İtinayla seçilmiş kelimeler.

''Şimdi. Asfaltların otobanlarca arabalara eşlik ettiği ve içinde hiçbir şey konuşulmadan geçip gidilen yollar, ŞİMDİ, “takılınan” sevgililer, satılan spiritüel zırvalar, seks partnerleri, mesaj aşkı, ayrılığı, SMS sevgileri, ŞİMDİ, bir şarkılık sevgiler, iki boşanmalık düğünler, üç nişanlık birleşmeler ve akrabaların elinde patlayan düğün hediyeleri, çeyizler, ŞİMDİ, sınırsız imkanlar, olabilirlikler arasında iliğine kadar yalnız binlerce kalp ŞİMDİ, yalnızlıktan kollarını kesik kesik kesen kadınlar, yalnızlıktan boşalamayan erkekler, ŞİMDİ, internet tanışmaları, internet buluşmaları, internet sikişmeleri arasında çiçekçiler, internet üzerinden kalpli 5-10 ya da 15 güllü sevgililer günü paketleri olan hediyelikler, ŞİMDİ, ekran tenlerini insan tenine tercih eden ekran insanları, aynı anda dört şeyi yapamayınca kendini yaşamıyormuş gibi hisseden ruhlar, hep satın almadığı, yapmadığı, yapamadığı bir şeylerin kaldığının bilinciyle mutsuz çok mutsuz olan insanlar, ŞİMDİ… Şimdi aşk için yanlış bir zamandır. Aslında. Ama yine de sevmekten vazgeçemeyiz. ŞİMDİ. Bu zamanda dost bile kalabilmek özel bir durumdur. ŞİMDİ…''

Oyunun daha tanıtımından duyduğum heyecanın sebebi benim de 'tamamlanamama, eksik olma' ya ilişkin bir saplantımın bulunmasıydı biliyorum. 4.48'de de o eksik olma haliyle bireyin nasıl başa çıkabileceği ya da çıkamayacağı durumunu ön plana çıkarmaya çalışmıştım diğer şeylerin yanında. Bu insanı 'öldürebilir' gerçekten çünkü. Bunu kabullenmek mi zor kabullenemeyip herşeyi başka bi şeyle kapatmaya, esas tabirle 'tamamlamaya' çalışmak mı?
Ve oyun boyunca hissettiğim 'bitmesin, bitmesin' duygum bi bakıyorum ki, 'tekrar ettikçe tamamlanır belki' yanılgısından. Defalarca izleyerek tamamlamayı gerçekleştirme çabamdan. Beynimin içinde sürekli sürekli yaptığım tek şey olan.

Bence o kadar başarılı bir iş olmuş ki - her şey kendiliğinden aynı yere bağlanıyor : ne kadar daha yazarsam eksik olmaz ve bu yazıyı nasıl tamamlarım bilemiyorum işte.Yani, tamamlayamayabilirim de, yaklaşabilir miyim en azından tamamlamaya?